27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam cezasına çarptıran özel mahkeme Yüksek Adalet Divanı kararlarını hükümsüz hale getiren ve bu kararlardan doğan zararların tazmin edilmesini öngören 7248 sayılı yasa 1 Temmuz 2020 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Sözü geçen yasa, darbelerle hesaplaşma anlamında hiç kuşkusuz olumlu bir adımdır. Ancak, Türkiye’nin darbe virüsünden arınmış bir hukuk devleti olması isteniyorsa, darbelerle hesaplaşma 27 Mayıs darbesiyle sınırlı tutulmamalıdır.
Ülkemiz 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde doğrudan askeri darbeye, 28 Şubat 1997 tarihinde de post-modern darbeye maruz kaldı, nihayet 15/16 Temmuz felaketini yaşadı.
Darbe dönemlerinin en bariz uygulamalarından biri de, temel insan haklarının askıya alınması, darbenin hedefindeki kişi ve kuruluşların doğal yargıç ilkesinden ve hâkim güvencesinden yoksun personelden oluşan mahkemelerde yargılanmalarıdır. Oysa, etkin başvuru ve bağımsız mahkemelerde adil yargılanma hakkı, hukuk devletinin en temel yapıtaşlarıdır. Doğal yargıç ilkesi ve hâkim güvencesi de yargı bağımsızlığının, adil yargılanma hakkının iki temel önkoşuludur.
Yüksek Adalet Divanı, yasa ile kurulmuş olmasına karşın, hâkim güvencesine ve doğal yargıç ilkesine sahip bağımsız bir mahkeme değildi. Çünkü, sanıkların işledikleri öne sürülen eylemlerden çok sonra, darbecilerin emriyle kurulmuş, heyet üyeleri darbecilerden emir alan bir mahkemeydi.
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin sıkıyönetim askeri mahkemeleri de bağımsız değillerdi; çünkü tıpkı Yassıada mahkemeleri gibi, yargıladıkları eylemlerden sonra kurulmuşlar ve kuruluş tarihinden önceki eylemlerin sanıklarını yargılamışlardır. Yassıada mahkemeleri gibi sıkıyönetim mahkemeleri kurulurken de doğal yargıç ilkesi hiçbir şekilde geçerli olmamıştır. Bunun kadar vahim olmak üzere, Yassıada mahkemelerinin sivillerden oluşmasına karşılık, sıkıyönetim mahkemeleri hiçbir hukuk eğitiminden geçmemiş kıta subayı başkanlığında kurulmuş, üyeleri askeri yargıç ve savcılardan seçilmiştir. Sıkıyönetim askeri mahkemelerini oluşturan askeri yargıç ve savcılar ile subay üyelerin mesleki sicil ve atama yönünden nezdinde mahkeme kurulan komutana bağlı oldukları, dolayısıyla yargıç güvencesine sahip olmadıkları bilinen bir husustur.
Yassıada mahkemesinin başkanı, sanıkların itirazlarına “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diye karşılık vererek, bağımsız mahkeme olmadığını itiraf etmişti. Sıkıyönetim mahkemeleri de bağımsız değillerdi. Sıkıyönetim komutanının istediği yönde karar vermeyen mahkeme üyeleri başka görevlere atanmışlar, hatta mahkemenin toptan kapatılması yoluna bile gidilmiştir. Tarihe geçmiş bir örnek olarak, 1971 yılında İstanbul Sıkıyönetim 1 No.lu Askeri Mahkemesi, 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün emriyle kapatılmıştır. Ankara 1 No.lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi de, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idama mahkûm ederken, Yassıada mahkemesi başkanının itirafına benzer şekilde, “Sadece askeri görevi yerine getirmedim, üzerime düşen politik görevi de yerine getirdim” diyerek mahkemesinin ve yargılamanın hukuk dışılığını itiraf etmiştir.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra da sıkıyönetim mahkemeleri benzer baskılara maruz kaldılar. Bu mahkemelerde 650 bin dolayında kişi işkence altında sorgulandı ve yargılandı. Devlet başkanlığını zorla ele geçiren Orgeneral Kenan Evren, “Asmayıp da besleyelim mi? Onlara hain demeyi bile az bulurum” diyerek yargılanan sanıkları defalarca hedef gösterdi, mahkemeleri baskı altında tuttu. Güdümlü mahkemelerin idam kararları Kenan Evren liderliğindeki Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylandı ve 50 kişi idam edildi. Kenan Evren, “Bir sağdan bir soldan” diyerek idamda denge sağladığını savundu. 2010 Anayasa referandumu kampanyasını başlatırken Başbakan Erdoğan’ın son mektubunu ağlayarak okuduğu Erdal Eren, 18 yaşından küçük olduğu halde idam edildi.
Özetle, 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulan Yüksek Adalet Divanı gibi 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında kurulan sıkıyönetim mahkemeleri de, hâkim güvencesinden ve doğal yargıç ilkesinden yoksun, bağımsız yargı organı niteliği taşımayan mahkemelerdir. Darbelerle yüzleşme ve hesaplaşma adına, 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulmuş mahkemenin kararları hükümsüz hale getirilirken, 12 Mart ve 12 Eylül sıkıyönetim mahkemelerinin görmezlikten gelinmesi kabul edilemez.
27 Mayıs darbesi gibi 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri de çok derin hasara ve mağduriyetlere yol açtı. Darbeler ve mağdurlar arasında ayrımcılık da darbe virüsü kadar tehlikeli ve zararlıdır. Darbeler ile eşit ve adil bir biçimde yüzleşebilirsek geleceğe umutla bakabiliriz. Türkiye’nin demokratik hukuk devleti olma yolunda ilerlemesi isteniyorsa, 27 Mayıs darbesi yargılamalarını hükümsüz hale getiren TBMM, 12 Mart ve 12 Eylül darbe mahkemelerini görmezlikten gelmemelidir. Darbelerle ayrımsız hesaplaşmak, milli iradenin tecelligâhı TBMM’ye düşen tarihsel bir görevdir! TBMM, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında kurulan sıkıyönetim mahkemelerinin kararlarını hükümsüz hale getirecek bir yasa önerisini ivedilikle gündemine almalı; darbe dönemlerinde darbecilerin keyfi idari kararlarıyla görevlerine son verilen kamu görevlilerinin mağduriyetini gidermelidir.
Bizler darbelerle ayrımsız hesaplaşılarak 12 Mart ve 12 Eylül sıkıyönetim mahkemelerinin kararlarını etkisiz hale getirecek yasal düzenlemeler yapılıncaya, demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla tesis edilinceye kadar mücadelemizi kesintisiz sürdürmeye kararlıyız. Bu vesileyle bir kez daha emekten, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından yana olan kişi ve örgütlenmeleri birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.